Her dönem aynı sahne, aynı ışık, aynı dekor. Bir fark var yalnız: tozlanan perdeler silinmiş, sahneye yeni kostümler asılmış. Ama dikkatle bakınca görülüyor ki, sahnedekiler hâlâ aynı cast!
“Yeni oyuncular geldi!” diyenler alkışa duruyor. Oysa alkışlanan, sadece makyajı tazelenmiş eski yüzler. Yıllardır ezberledikleri rolleri yine aynı iştahla oynuyorlar. Perde arkasında kulis kalabalık, nöbetçiler hazır; biletler çoktan satılmış, replikler ezberlenmiş.
Ve biz?
Biz bu oyunun seyircisiyiz. Ortadan yerimizi almışız; ne ön safta isyan ediyoruz, ne de arka kapıdan çıkıp gidiyoruz. İzliyoruz… Hem de bile bile. Çünkü içten içe biliyoruz ki bu oyunun bir sezon finali yok.
Ama işin bir de başka tarafı var. Geç de olsa, doğru yapmaya niyetlenen oyuncular da sahneye çıkıyor zaman zaman. Yüreklerinde dürüstlük, gözlerinde samimiyet taşıyorlar. Fakat onların önünde eski kadronun gölgesi var. Her doğru hamle, eski oyuncuların entrikalarıyla boğuluyor. Hatta kulislerde konuşulan o ki, bazılarını perde arkasında başka tiyatro yönetmenleri yönlendiriyor. Yani görünürde bizim oyunumuz gibi duran bu sahne, belki de başkasının kalemiyle yazılıyor.
İşte trajedi burada başlıyor. Biz hâlâ “seyirci” olduğumuzu sanıyoruz. Oysa biz sadece seyirci değiliz; istersek bu oyunun yazarları da olabiliriz, oyuncuları da. Alkışlamaya devam ettikçe aynı roller sürüp gidiyor. Ama sahneyi değiştirmek bizim elimizde.
Soru şu:
Ne zamana kadar aynı dekorun önünde, aynı yüzleri izlemeye razı geleceğiz? Ne zamana kadar bilet parası öder gibi oy verip, sonra koltuğa yaslanacağız?
Unutmayalım; tiyatroda alkışlayan seyirci oyunun ömrünü uzatır. Eğer sahne değişsin istiyorsak, artık alkışlamayı bırakıp perdeyi biz açmalıyız. Yoksa bu “sonsuz sezon” daha çok sürer ve biz de aynı oyunun figüran seyircisi olmaktan öteye gidemeyiz.
Benden bu hafta bu kadar "siya/set"