9350,01%0,41
39,35% 0,00
45,61% 0,20
4288,99% 0,11
6934,05% 0,00
vatandaşlarım, hepinizi saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Bu gece, Kadir Gecesi; bin aydan daha hayırlı olan bir gece. Rabbimiz öyle buyuruyor:
"Bu gece bin aydan daha hayırlıdır."
Gönül ister ki bu gece huşu içinde geçirelim. Gönül ister ki bu gece herkes komşusuyla selamlaşsın, sokağından geçerken herkesi kendi ortak kaderinin bir parçası olarak görsün. Birlik ve beraberlik ortamında olalım. Ama maalesef öyle değil. Belki de son yılların en gergin günlerini yaşıyoruz mübarek Kadir Gecesi’nin gününde.
Ramazan nedir? Ramazan, merhamettir. Ramazan, berekettir. Ramazan, arınmadır. Ramazan, huzurdur. Maalesef bugün, merhametin olmadığı bir Ramazan idrak ediyoruz. Gazze’de soykırım devam ediyor ve İslam dünyası alabildiğine sessiz. Rutine binmiş bir soykırım ve rutine binmiş bir sessizlik, merhametin olmamasının işaretidir.
Maalesef bu yıl Ramazan, bereket anlamına gelmiyor. Ülkemizin her bir köşesinde iftarlara, sahurlara katılıyorum. Dün ve evvelsi gün Samsun’da iftar ettik, Çorum’da sahur yaptık. Gece, Çorum’da sahur yaparken yolda karşılaştığımız öğrencileri gördüm. Çorum simidiyle sahur yapmaya çalışan... Gece saat iki buçuk, üç... Ve o anda lüks sofralarda sahur yapan iktidar sahiplerini düşündüm zihnimde.
Gittiğimiz her yerde, her iftar sofrasında bir bereket eksikliğinden bahsediliyor. Bu Ramazan ayı maalesef bir arınma ayı değil; öyle olmalıydı. 19 Mart operasyonuyla aslında bir arınmanın işareti verilebilirdi. Gerçekten yolsuzluklarla mücadele söz konusuysa, bütün yolsuzlukların bütün detayları ortaya konmalı ve Ramazan ayı bir arınma ayı olarak seferberlik ayı ilan edilmeliydi. Olmadı.
Ramazan ayı bir huzur ayı olması lazım. Ama hiçbir yerde huzur yok. Artan boşanmalardan, stres deposu hâline gelmiş ilişkilere kadar, artan nezaketsizlikten ve kabalıktan bahsediyoruz. Günlerdir Saraçhane’de yapılan gösterilerdeki genel atmosfer ve onlara verilen tepkilerden söz ediyoruz.
Düşünün ki bir tarafta Hakk’a yürümüş bir hanımefendi, Tenzile teyze, bir kalabalık tarafından en ağır ifadelerle tahkir ediliyor, hakarete uğratılıyor. Cumhurbaşkanımızın annesi... Diğer tarafta, eşi hapse girmiş acılı bir kadın, Dilek Hanım... Geçmişte siyaset yapmakla övünen, "kelli felli" adamlar tarafından sosyal medyada linç ediliyor. Eğer bir ülkede, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, hangi siyasetçinin yakını olursa olsun, kadına ve anneye saygı kalmamışsa, o ülkede büyük bir ahlaki çöküş var demektir.
Biz Tenzile Teyze’nin cenazesinde bulunduk. Allah mekânını cennet eylesin. Ona da rahmet diliyoruz; ona uzanan dilleri de kınıyoruz. Dilek Hanım’a, eşini kaybetmiş, eşini hapse göndermiş bir hanımefendi olarak, ilk gün arayıp geçmiş olsun dedim. "En kısa zamanda inşallah eşinize kavuşursunuz" temennisinde bulundum.
Bizde ayrım olmaz. Bu huzursuzluğun dört sebebi var, arkadaşlar. Dört boyut: biri ahlaki boyut, biri siyasi boyut, biri ekonomik boyut, biri uluslararası boyut. Ahlaki boyuta gelin, biraz da Ramazan ayına uygun bir sohbetle başlayalım.
Neden bin aydan daha hayırlıdır Kadir Gecesi? Çünkü o gece Kur’an inzal oldu. Bir karanlık gecede Hira Mağarası’na bir emir geldi: "İkra." Oku emri. Emre muhatap olan Peygamber, "Ben okuma bilmem ki" dedi. Tekrar emir geldi: "Rabbinin adıyla oku." Yine "bilmem" dedi. Şimdi "oku" denince biz hep bir kitabın açılıp okunmasından bahsederiz. Peygamber’e, bir ümmi Peygamber’e "oku" diyen Rabbimiz acaba ne kastetti? Olmayan, daha inzal olmamış bir kitabı okumayı mı kastetti?
Arapça köküne inerseniz "İkra" sadece okumak değildir; anlamaktır, düşünmektir, kavramaktır, içselleştirmektir, hayat tarzı hâline getirmektir. Ve ilk inen ayetlerle, inzal olan kitapla bu "oku" emri, dinimizi, dini bilincimizi inşa eder.
Ben Hira Mağarası’nda bulundum, bir gece boyu. İlk umremde, bir gece yatsı namazından sonra Hira Mağarası’na vardım ve bir dostumla birlikte sabah namazına kadar Hira Mağarası’nda kaldım. İdrak edebilmek için... Acaba hangi şartlarda Rabbimiz Peygamberine "oku" diye emretti?
Kur’an-ı Kerim’de Tin Suresi’nde, "Ve’t-tîni ve’z-zeytûni ve Tûri Sînîne ve hâzâ’lbeledi’l-emîn" der Rabbimiz. Tîn yani incir, zeytin, Tur-i Sina ve bu emin beldeye yemin olsun. Rabbim lütfetti, Zeytin Dağı’nda da bir gece geçirdim, Tur-i Sina’da da bir gece geçirdim ve bazı Hintli Müslüman âlimlerce Tin’e işaret kabul edilen incir ağacının olduğu dağda da bir gece geçirdim.
Bunu niye anlatıyorum? Din nutuk atmak için değildir. Dini idrak edecekseniz, Allah’ın "ikra" emrini idrak edeceksiniz. Bakın, okuyacaksınız demiyorum, idrak edeceksiniz. Peki, bugün böyle bir idrak ile karşı karşıya mıyız? Bir bilinç sorunuyla, çok ciddi bir bilinç sorunuyla karşı karşıyayız. Neyi idrak edeceğiz? Biraz önce söyledim, Kur’an-ı Kerim’e bakarak dinimizi, kâinat kitabına bakarak evreni, kâinat kitabını yani bilimsel bilgiyi, insanı, mekânı, zamanı idrak ederek felsefeyi, kelâmı, tasavvufu ve ahlâkı idrak ederek toplumsal hayatı idrak edeceğiz.
Bunlar yoksa, Kadir Gecesi’ni bütünüyle ibadetle geçirseniz de ertesi gün tekrar yolsuzluklara başlarsınız veya başka işlerin içine girersiniz. Peki nedir hayat? İkra diye Rabbimizin bir bilinç olarak yansıttığı hayat nedir? Hayat iki beyaz arasındaki yolculuktur, arkadaşlar. Bir beyaz bu: beyaz kundak. Doğduğumuzda bu beyaza sararlar bizi, validemizin eline verirler, masum bir canlı olarak. Günahsız, hiçbir kirlilikle bulaşmamış bir beyazla... Sağ kulağımıza ezan, sol kulağımıza selâ okunur. Hayat başlar.
Ve sonra, uzun bir yolculuk gibi gelen, aslında son ana yaklaştığınızda kısa bir rüya gibi hissedilen bir hayattan sonra Hz. Azrail gelir, vuslat vakti olur Hz. Mevlana'nın sözüyle. Ve bir başka beyaza sararlar bizi: şu beyaza, kefen beyazına... Hayat bu iki beyaz arasındaki yolculuktan, ince uzun bir yolculuktan ibarettir. Onun için tasavvuf ehli der ki: “Düştük ana rahminden pazara, bir kefen olduk döndük mezara.”
Arkadaşlar, bunu unutursanız, ister siyasetle, ister ilimle, ister ticaretle meşgul olun, ahlakı kaybedersiniz. Bu iki beyazı biz kendimiz saramayız. Birileri bize sarar. Ama hayatımız boyunca yalnızca bir kez, Arafat’ta, kendimiz bembeyaz ihrama sararız. Haşri yaşamak için…
Şimdi şöyle bir tablo var: Bu iki beyaz arasına farklı kıyafetler giyer insanlar. Kimisi işçi tulumu giyer, kimisi patron şıklığı içinde lüks elbiseler. Kimisi çiftçi şalvarı giyer ya da kasket takar; kimisi asker üniforması… Kimisi yalın ayak dolaşır, kimisi lacileri giyer. Eskiler “laci” derlerdi. Siyasete girenlere “lacileri giydi” derlerdi. Kimisi hâkim cübbesi giyer, kimisi imam cübbesi. Renkler farklıdır ama hiçbirisi pür beyaz değildir. Çünkü insanoğlu hata ile maluldür.
Bugün bizim aramızda arkadaşlar, ideolojik fark, etnisite farkı, mezhep ve meşrep farkı yoktur. Bizim aramızdaki temel fark, şu iki beyazı unutup, aradaki farklı renklerdeki kıyafetlerin cazibesiyle bu iki beyazı unutanlar ve ahlaktan kopanlar ile her attığı adımla bu iki beyazı hatırlayarak ahlaklı yaşayanlar; ahlaklılar ve ahlaksızlar arasındaki farktır.
Şimdi mesele sadece bir ahlak dersi vermek değil. Ben hep söylerim: Ahlakçılık yapmayın, ahlaklı olun. Şimdi bakınız, size biri doğudan, biri batıdan iki örnek vereyim. Gazali sabrı anlatırken der ki: “Sabır zorluklara direnmek değil, varlıklara direnmektir.” Ashab-ı Kiram, der Gazali, Mekke’nin Kureyş zulmüne direndik, ama Kisra’nın sarayına direnemedik. Abraham Lincoln ise ondan yüzlerce yıl sonra der ki: “Her insan zorluğa dayanabilir. Bir insanın karakterini test etmek istiyorsanız, eline güç verin.” Hemen hemen aynı anlamı taşır.
Şimdi güç sahiplerine sesleniyorum: Oturdukları koltuklara yaslanmış kibirle etrafa bakan güç sahiplerine... 19 Mart’ta başladığınız operasyonu kendinize de yapmaya hazır mısınız? Sayın Cumhurbaşkanı dün üniversite gençlerine yaptığı konuşmada gençlikten bahsetti. Üstad Necip Fazıl’ın sözleriyle ideal bir gençliği anlattı. Ancak bugün gençlik bir realite ile karşı karşıya. Sayın Cumhurbaşkanı, dünkü konuşmanızda hırsızların, sahtekârların, çetelerin belediyelerde ve kamu kaynaklarını sömürmelerine kast edildiği bir demokrasi anlayışından bahsettiniz. Peki, şöyle bir an durup düşünün: Ah, keşke elinize bir ayna alıp konuşmanızın metnini yüksek sesle kendinize okusanız!
Eğer hırsızlık varsa, eğer çeteler varsa... Geçen hafta da vurguladığım gibi, kendi bakanlığına dezenfektan satanlara bakın. Rıza Zarrab ile iş birliği yapıp servetine servet katanlara bakın. Yurt dışında servet sahibi siyasetçilere bakın. Makamlarında oturup attıkları bir imzayla kimilerini yoksul, kimilerini güçlü yapanlara bakın. Özetle, aynaya baksın aynaya... Tasavvuf ehli der ki: “Körler çarşısında ayna satılmaz.”
İktidar ve gücün kör ettiği gözlerin aynaya bakabilmesi mümkün değil… Sayın Cumhurbaşkanı, bu gece Kadir Gecesi. Ne olur, aynaya bakın. Dünkü konuşmanızı üniversite öğrencilerine yaptığınız konuşmayı elinize alın ve kendinize okuyun. Şu iki beyaz arasında kapkara yolsuzluklara bulaşmış yakın çevrenizden arındırın bu ülkeyi. Eğer arınma olacaksa, baştan başlayacak. Arınma nefisten başlayacak. Şimdi yine Sayın Cumhurbaşkanı ifade ediyor. Hakkını yedikleri yüz binlerce gencin yüzüne bakamayacak sahtekârların alçak senaryolarının parçası, figüranı, piyonu asla olmayacağız. Gençlerimizin terör grupları ve marjinal yapılarının yanı sıra siyaset herhangi bir tarafından kullanılmasına izin vermeyeceğiz. Özgürlük derken sokakları, tarihi camilerimizin arasından avlularını, ecdadın mezar taşlarını yakıp yıkmayı, ibadet hanelerimizde alkol almayı kast ediyorsa, biz bu şartta olmayacağız. Biz de kınıyoruz. Şehzadebaşı Camii'ne yönelik yapılan davranışları biz de kınıyoruz. Ama Sayın Cumhurbaşkanı, şimdi şunu söyleme vakti: O hitap ettiğin gençler, varsa, yirmi üç sene içinde şu beyaz kundaklarla doğmuş gençler.
Bugün hitap ettiğiniz gençler, yirmi üç yıl içinde beyaz kundaklarda doğmuş gençlerdir. Yani sizin iktidarınız döneminde doğan gençler. Şöyle bir bakın aynaya ve sorun: Biz ne yaptık da bizim devri iktidarımızda gençler bu hale geldi diye bir sorun bakalım. Soruyor musunuz? Hayır. Hep suçlu başkaları.
Hep güçlü olan sizlerseniz buradan ahlak çıkmaz. Gerçek kahramanlık sadece savaşta ölmeye hazır olmak değildir. Nefsini her an öldürmeye hazır olmaktır. Hazreti Peygamber'in "Küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz." dediği derken kastettiği de budur.
Şimdi şu cümlelerin altına da imzamı atıyorum. Dünkü konuşmadan: "Kıymetli gençler, nefreti, husumeti, öfkeyi değil, ezeli ve ebedi kardeşliğimizi büyütmemiz gereken günlerden geçiyoruz. Sabırla, sağduyuyla, aklıselimle, soğukkanlılıkla hareket etmemiz gereken, gerçekten çok hassas günlerden geçiyoruz."
Ben burada ufak bir düzeltme yapmak istiyorum, Sayın Cumhurbaşkanı kusura bakmasın. Kıymetli Cumhurbaşkanı, "nefreti, husumeti, öfkeyi değil, ezeli ve ebedi kardeşliği büyütmemiz gereken günlerden geçiyoruz." Kıymetli Cumhurbaşkanı, bunun gereğini yapın, devletin Cumhurbaşkanı olarak.
Şimdi de gençlere seslenmek istiyorum. Her yanı sarmış yasaklara, yolsuzluklara, haklarının yendiği mülakatlara, "Giderlerse gitsinler" diyen hoyrat bir sese, adaletsizliklere ve umutsuzluğa karşı seslerini yükselten aziz gençler!
Siz bu ülkenin geleceğisiniz. İdeolojileriniz ne olursa olsun, hangi siyasi partiye destek vermiş olursanız olun, hangi saikle bu meydanlara çıkmış olursanız olun, hangi mezhepten olursanız olun, hangi ırki mensubiyete sahip olursanız olun, siz bu ülkenin aziz evlatlarısınız ve en büyük sermayesisiniz.
Bu haklı tepkiyle ilgili iki konuda size, ruhen genç, bedenen sizden yaşlı biri olarak hitap etmek istiyorum. Birincisi, asla kutuplaşmayın. Asla sizi birbirinize karşı tahrik edenlere kapılmayın.
Biz bunu yetmişli yıllarda yaşadık. Bir grup genç sol görüşe sahip, "Tam bağımsız Türkiye!" diye haykırıyordu. Selam olsun o gençlere. Bir grup genç "Adil Türkiye!" diye sesleniyordu, milli görüş çizgisinde İslami bir çerçevede. Selam olsun onlara. Bir grup genç "Büyük ve güçlü Türkiye!" diyordu, milliyetçi gençler. Onlara da selam olsun. Hepsi arkadaşımızdı.
Ama birbirleriyle çatışmaktan o idealist nesli kaybettik. Şimdi tek tek isimler gözümün önünden geçiyor. Metin Yüksel'den Levent Pamukçu'ya ve Deniz Gezmiş'e kadar. Hangi ismi alırsanız alın. Ama en önemlisi ne oldu biliyor musunuz gençler? Bu gençleri birbirine çatıştıranlar 12 Eylül İhtilali'ni yaptılar. Sonra "Bir sağdan, bir soldan" diyerek o gençleri idam sehpasına yolladılar. Yaşlarını büyüterek.
Sakın ha, oyuna gelmeyin. Enerjinizi birbirinize karşı değil, enerjinizi otoriterleşen bir sisteme karşı kullanın. İkinci ve yine önemli bir tavsiyem: Bazı marjinal grupların etkisiyle yanlış yöntemlere başvurmayın.
Biraz önce zikrettiğim Tenzile Hanım, Dilek Hanım örneğinde olduğu gibi asla hakarete, asla kaosa yönelmeyin. Sizi kaosa yöneltmek isteyenler çıkacak. Niye biliyor musunuz? Otokrasiyle kaos ikiz kardeştir, yumurta ikizidir.
Kaos çıkmadan otokrasi pekişmez. Onun için 12 Eylül öncesinde önce Çorum ve Maraş olayları yaşandı, sonra 12 Eylül geldi. Daha sonra, rahmetli Ecevit'in "Kontrgerilla" dediği yapılar önce gençleri tahrik ettiler, sonra otokrasiyi getirdiler. Devrime bir adım kaldı dedi solcular. İslami inkılaba bir adım kaldı dedi muhafazakarlar. Efendim, Kızıl Elma idealine bir adım kaldı dedi milliyetçiler. Çatıştılar, çatıştılar.
Sonra o adımların hepsi hapishanede bitti. Türkiye, 12 Eylül'ün karanlığına sürüklendi. Otokrasi, otoriterleşme, sıkıyönetim rejimleri kaos tahrik ederek çıkarılır. Sakın ha kırmayın, dökmeyin, kavga etmeyin, tartışmayın, milleti rencide edebilecek ahlaki sembollerle ilgili dikkatli davranın ve sesinizi yükseltin.
Yükselen her ses Türkiye'yi daha özgür, daha kararlı kılacaktır. Biz bu isyanı anlıyoruz.
Ve aziz milletime seslenmek istiyorum: Türkiye, yolsuzluklar endeksinde benim Başbakanlıktan ayrıldığım günden bu yana 52. sıradan algıda 152. sıraya düştü. 152. sıraya. Yüz sıra geriledi. Ey halkım, size tek bir sözümüz var: Şu iki beyazı hiçbir zaman unutmadan siyaset yapacağız. Ne sarındığımız kundakta kulağımıza okunan ezanı unutacağız, ne de bedenen duymayacağımız ama ruhen duyacağımız arkamızda okunan selayı unutacağız.
Tertemiz bir siyaset sözü veriyoruz size. Yolsuzluk yapanın siyasi kimliğine bakmaksızın üzerine gideceğiz. Görevde olduğum süre içinde Allah şahittir, hiçbir resmi evrakı abdestim olmadan imzalamamaya özen gösterdim.
Niye biliyor musunuz? Bir Başbakan olarak imza attığınızda önünüze gelen evrakı imzalarsınız. Hepsini tetkik edemezsiniz. Rabbim derdim: "Ben bilmeden yanlış bir şey imza atacak olursam parmağımı tut, elimi tut. Beni kul hakkına sokmayacak şekilde devlet yönetmeye muktedir kıl, yarabbi." Ve siyasi ahlak yasasını, şeffaflık yasasını, siyasetin finansmanı yasasını, imar yasasını getirirken bu niyetle getirdik.
Birileri engelledi ve Türkiye'nin işte ahlaken geldiği çöküntü burada. Hiç merak etmeyin, aziz halkım. Biz tekrar geleceğiz. Ve yarım kalan hikayeyi tamamlayacak, şu iki beyaz gibi Türkiye'yi bembeyaz kılacağız.
Siyaseten bembeyaz, ahlaken bembeyaz. Ak ismini, ak sıfatını kirlettikleri için "ak" demiyorum. Bembeyaz kılacağız, bembeyaz.
Değerli arkadaşlar, siyasi boyuta gelince... Bu kürsüden, hatırlayan arkadaşlar hatırlayacaktır... Farklı konuşmalarımda dile getirmiştim. Ocak ayında üç kritik eşik var dedim, siyaseten. Birisi 23 Şubat AK Parti Kongresi, birisi 21 Mart Nevruz, birisi de 23 Mart CHP'nin ön seçimi.
Bu ikisinin arasında olağanüstü gelişmeler olabilir dedim, arkadaşlar hatırlayacaklardır. Dikkatli olmak lazım, müteyakkız olmak lazım. Niye biliyor musunuz? Şimdi buradan AK Parti'nin siyaset elitlerine sesleniyorum.
Bakın, 19 Mayıs operasyonu yapıldı. Biz tavırmızı koyduk. Her türlü yolsuzluğa karşıyız. Ama siyaset mühendisliği tarzında yapılan bu operasyonlara da esasen karşıyız. Bu bir siyaset mühendisliğidir.
Samimi olsalardı, bu kadar delili biriktirip de 23 Mart'ın hemen öncesinde devreye sokmazlardı. Samimi olsalardı, kendilerine neşter vururlardı? Peki neden şimdi? 23 Şubat'da yapılan AK Parti Kongresi, bütün şatafatına rağmen bir yenilenme getirmedi.
Hiçbir umut getirmedi AK Parti'ye. Sokaklara iniyorum ben. Eskiden beni tanıyan ilçe teşkilatlarında çalışmış mesela İstanbul'da, Süleymaniye’de Bağcılar Teşkilatı'ndan bir AK Partili geldi, Samsun'da geldi.
Hiçbirisinde heyecan yok arkadaşlar. Bir. Ve hepsi geçmiş günleri hatırlatarak, "Hocam nereye gidiyoruz?" dedi. Ne oldu? Yeni bir ufuk çizecekleri, kongreleri ahlaksız milletvekili transferleriyle kirlettiler, kirlettiler, kirlettiler.
Yazıklar olsun. Gidene de yazıklar olsun, kabul edene de yazıklar olsun. Ve neden problem biliyor musunuz? Tek adam yönetimi, bir kişi parti, onunla özdeşleşti. Devlet de partiyle özdeşleşti. Mesela AK Parti meselesi olsaydı, biz ilgilenmezdik.
Yollarına baksınlar, biz yollarımızı çizdik. Ama parti bir kişiyle, devlet de partiyle özdeşleşince, o bir kişinin krizi devletin krizi haline geliyor. Şimdi dikkat ettiniz bilmiyorum, 19 Mart'tan bu yana bu operasyonu savunan tek bir AK Partili çıktı mı?
Televizyonlarda, resmi yetkili tek bir AK Partili bu operasyonlar doğrudur dedi mi? Demedi. Çünkü yanlış olduğunu onlar da biliyor. Şimdi isimlerini vermeyeyim. Çok önemli AK Partili yetkili isimler, kapalı kapılar ardından şunu soruyor: "Arkadaşlar, çok ilginç. Biz de mi tuzağa düşürüldük? Reisi de operasyon mu çekiyorlar? Bize de operasyon çekiyorlar." Yapılacak iş değil bu. Gerçekten anlamak mümkün değil. Ben şeyi anladım, AK Parti vicdanı kaybetti. İktidar değil.
AK Parti demeyin. AK Parti'nin başka şeyleri var. İktidar vicdanı kaybetti, onu anladım da, ya arkadaşlar biz bu çevre, bu iktidarda bulunduk yıllarca, vicdanı kaybetmek, anlarım da, akıllarını da kaybetmişler. O akıllarını da çok kritik eşikten geçtik biz o yoldayken.
Öyle fedakarlıklar yapıldı, takdirle anlatırım. Bir tane örnek vereyim, az bilinen bir örnektir. Sayın Abdullah Gül Başbakan, ben Başbakan Başdanışmanıyım, Sayın Tayyip Erdoğan parti genel başkanı, bir sürü fitne sokuluyor araya, bir Mart tezkeresi öncesi vesaire vesaire.
Sonra Sayın Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildi. Bakın ikisini de takdir ederek söylüyorum. Bugün eleştirdiğim Cumhurbaşkanı, o gün yaşadığım Başbakan'a şikayet ediyorum. Ne oldu biliyor musunuz? Bir gün Abdullah Bey dedi ki: "Sayın Cumhurbaşkanımız Ahmet Bey, bir şey soracağım." Dedi. Her şeyi istişare ederdik. Tayyip Bey bana geldi ve ben genel başkan ve milletvekili oldum, doğal olarak Başbakan olmam lazım. Ama bir müddet daha siz Başbakan kalsanız da, şu sizi, şeyi oturtup, şu badireleri atlattıysak, sonra görev değişimi yapsak, ne dersiniz?" dedi.
Bakın, Tayyip Erdoğan bugün bulunduğu makamı terk etmemek için ömrünün sonuna kadar orada kalmayı düşünen insan, o zaman Başbakana, "Sen bir müddet daha devam et, şu işleri oturtalım" diyor. Samimiyetle sorulduğu için her ikisiyle de hukukum, kişisel hukukumun ötesinde olduğu için Sayın Gül'e dedim ki, "Bana benim tavsiyemi soruyorsanız, derhal devir teslim yapın."
Çünkü birileri girer, bu gedikten ikinizin arasına açar ve siyasetin normalleşmesi lazım. Bir an önce normalleşmesi lazım. Ve gerçekten bir hafta sonra devir teslim yapıldı. Ya bu Erdemliler hareketi diye başlayan bu bakış açısı, bu erdemli bir davranıştır.
Sayın Erdoğan'ın, Sayın Gül'e bu teklifi yapması da erdemlidir. Sayın Gül'ün "Gerek yok, bir an önce görevi devralın" demesi de erdemliliktir. Ama şimdi bütün AK Parti kulislerinin tek bir sorusu var: Tayyip Erdoğan’dan sonra ne olacak?
Bütün siyaset, bütün iktisat, bütün yığınak, bütün hukuk buraya odaklanmış. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir kişiyle baki değildir. Bir kişiyle de bekası son bulacak değildir. Nice yiğitler çıkacaktır bu vatan evladından, demiyor kimse.
Çünkü ciddi menfaat bağları oluşmuş. AK Parti Kongresi bu açıdan yeni bir isim üretemedi. Yeni bir sembol üretemedi. Yeni bir siyasi söylem üretemedi. Yeni bir siyaset üretemedi. Onun için döndüler, rakiplerimiz kim varsa tasfiye edelim.
Geride bir tek biz kalsın. Ya, Erdoğan kendisi anayasa olarak sürecini uzatacak ya da yeni bir isim üzerine çalışılacak. Yeni bir isim de üretilmediği için, çünkü AK Parti'nin içinde iki grubu var şimdi iktidarda.
Bir çıkarla oraya bağlandıklarından dolayı her şekilde bu sistemde devam etsin diyenler, iki yanlışlıkları gördükleri halde korkudan susanlar. İşte bu şartlarda bu operasyon yapıldı. Nereye kadar tasfiye edeceksiniz rakiplerinizi, Allah aşkına?
Nereye kadar insan tasfiyesi yapacaksınız? Sizin probleminiz, rakiplerinizi tasfiye etmeniz değil, kendi içinizdeki en yakın arkadaşlarınızı siyasi ahlak yasası dolayısıyla tasfiye etmiş olmanızdır. Sizin probleminiz budur.
Ve ondan sonra kimsenin sesinin çıkmamasıdır. Ne oldu? Birinci sonucu, bütün bu siyasi operasyonu, 21 Mart unutuldu. 21 Mart Nevruz'da, Diyarbakır'da silahların bırakılması, PKK örgütünün tasfiye edilmesi konuşulacaktı. Yirmi bir Mart sıradan bir Nevruz olarak geçti değil mi? Bir taşla iki kuş. Hem bir süreci unutturacaksınız, Sayın Bahçeli de epeydir sağlığı dolayısıyla ortalıkta görünmüyor. Hem o süreci unutup otokrasiye geçeceksiniz, hem de sokaklarda yeni yeni Gezi olayları üzerinden kendinizi konsolide edeceksiniz. Bu iktidar sahiplerine sesleniyorum bu siyaset siyaset değil. Bu gittiğiniz yol, gittiğiniz doğru bir yol değil.
Bu, vicdanınızı hem aklınızı kaybettiğinizi gösterir. Ha şunu da düşünün. Belki de gerçekten Beştepe’de oturan bazı mahfiller size de tuzak kuruyorlardır. AK Parti Genel Merkezinde oturan isimlerini tek tek sayarsam şimdi yanlış anlarlar, bu şikayet eden AK Parti Genel Merkezi’nde, Beştepe’de oturan bazı mahfiller size de tuzak kuruyor, kumpas kuruyor olabilir. Dikkat edin. Dikkat edin bak, uyarımıza dikkat etmediğiniz zaman başınıza neler geldiğini görüyorsunuz. Dikkat edin.
Ekonomik maliyetten Sayın Genel Başkan bahsetti. Vaktimiz dolayısıyla çok girmeyeceğim, ama sadece o üç gündeki değişime dolayısıyla, 27 milyar dolar kuru korumak için Merkez Bankası'nın 61 milyar dolarlık rezervinden 27 milyar doları yarısı harcandı. Bundan sonra ne kadar harcanacağı da belli değil. Enflasyon beklentisi yüzde yirmi sekiz, yüzde otuz aralığındayken en az dört-altı puan aralığında arttı. Faizler salı günü yüzde yetmiş de kredi teklifi yaptı bankalar. Kredi isteyenlere yüzde 70’ varan krediler. Faiz aldı başını gitti. Borsa çöktü. Sadece Türk halkı değil, açık açık şirketlerden Türk bankalarının kaybı otuz milyar dolar. İlk günlerde altmış milyar doları sonra kısa bir toparlanmayla otuz milyar dolara çıktı.
Ve son olarak uluslararası boyut. Bunların hiçbirisi uluslararası bağlı şeylerden, konteksten bağımsız değil. Türkiye bir yol ayrımında, demiştim geçen sefer Trump'ın açıklamaları üzerine. Ya güçler dengesi içinde önemli büyük bir alan açıldı Türkiye. Onu değerlendirecek ve bu alanda önemli bir jeopolitik fırsat yakalayacaktı ki doğru olan buydu. Bunu yapmazsa, ABD-AB geriliminde AB ile ilişkilerini telafi edip ABD ile ilişkilerini rasyonel zeminde tutmasını gerekiyordu.
Trump görüşmesinden ve sonraki gelişmelerden anlıyoruz ki, iktidar Trump'ın modeline tam uyum sağlarken, AB'den ise tam kopuş gibi bir süreç yaşıyor. Avrupa Konseyi'nde, 7 Nisan’da Türkiye'nin statüsü konuşacak. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde. Orası da AB değil. Hep iktidardakiler hep karıştırıyor, Avrupa Birliği değil. Orası Türkiye'nin de kurucu olduğu, Avrupa demokratik değerlerini yaşatan bir uluslararası yapı ve 12 Eylül dışında Türkiye'nin yeri hiçbir zaman askıya alınmadı.
Şimdi bu tartışılıyor oradan. Dün Sayın Dışişleri Bakanı, ABD Dışişleri Bakanı'yla görüştü. Erdoğan da Trump'la görüştü. Şimdi iki konuda her ikisini de uyarıyorum. Çok ilginçtir, ben onlarca kez Dışişleri Bakanları görüşmesine şahit oldum. Bazen zaten yaptım, bazen Dışişleri Bakanımız olduğunda onun yanında bulundum, Sayın Abdullah Gül'ün. Hiçbir Dışişleri Bakanlığı görüşmesi yok ki ortak açıklama yapılmamış olsun. Washington'da görüyorsanız, görüşüyorsanız da Ankara'da görüyorsanız da ortak açıklama.
Dün gece bütün gece takip ettim. Sayın Fidan'la Sayın Rubio'nun ortak bir açıklaması yapılmadı. Amerika tarafı tek taraflı bir açıklama yaptı. Ve Türkiye'deki durumdan rahatsızlıkla ifade ettiklerinde, vurguladıkları Türkiye'nin Orta Doğu’da oynadığı rol ve en önemlisi neydi biliyor musunuz? İran'a karşı atılacak adımlar konusunda Türkiye'nin ihtiyaç hissedilen desteği. Bu ne oldu bu arada biliyor musunuz?
İki uyarı dedim. Birisi şu: Bileşik Arap Emirliği Emiri, Kralı şeye gitti. Mısır'a gitti. Muhammed Bin Zayed’den ve Sisi ile görüştü. Onun hemen öncesinde Washington'dan gelmişti. Yani Washington'dan geldi, Mısır'a gitti. Mısır'a götürdüğü mesaj neydi Amerika'dan biliyor musunuz? Beş yüz ila yedi yüz bin civarında Gazzeliyi almazsanız Mısır'a yapılan ekonomik yardımları keseceğiz. Amerika Bileşik Arap Emirlikleri üzerinden Mısır'a bu teklifi götürdü. Uluslararası basında yer aldı bunlar. Yani şunu bilin, Trump bir emlak spekülatörü olarak Gazze’ye diye gözünü dikmiş, bizim buradaki emlak spekülatörleri gibi. Yasak kanun hiçbir şey tanımıyor.
Sayın Erdoğan'la görüşmesi iyi geçmiş olabilir, ama Sayın Erdoğan şimdiden Trump Gazze'ye el koyduğu gün ne yapacağını hesap etmeye başlasın. İkinci tablo. Türkiye'de birçok kişinin gözünden kaçmıştır. 25 Mart. Dün Yunan Ulusal Günü. Yunan Amerika'daki Yunan Ortodoks Kilisesi Başpsikoposu Elpidoforos, Trump'la görüştü. Trump’a bir kutsal haç verdi. Ve ne dedi biliyor musunuz? Siz bize Roma İmparatoru Konstantin'i hatırlatıyorsunuz. İstanbul'u kuran Konstantin'i, doğduğum yer olan İstanbul'u, Konstantinopolis’i dedi. Ve sonra birlikte 25 Mart'ı Yunan Amerikan Ortak Demokrasi Değerleri Günü ilan etme kararı aldılar. Gözünüzü dört açacaksınız, zan karar da oturanlar.
Gözünüzü dört açacaksınız. Trump'ın trenine binmeyin. Tabii ki görüşün. Amerika ile görüşmeden siyaset yapılmaz. Ama bilin ki, Doğu Akdeniz'de Yunan ve Rum ittifakıyla Türkiye'yi sıkıştırmak isteyen, Orta Doğu'da Gazze'yi boşaltmak üzerinden Filistinlileri tam bir soykırıma uğratmak isteyen otokrat biriyle karşı karşıyasınız.
Mübarek Kadir Gecesi'nde Mescid-i Aksa'da, Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ü ve Filistin’i ve Gazze’yi savunmak için ayakta dimdik duran Gazzeli kardeşlerimize istiklal karargahımız olan Ankara’dan ve meclisimizden selam gönderiyorum. Allah sizden razı olsun. Cihadınız aziz, zaferinizi mutlak eylesin inşallah. Ve Türkiye'deki bütün siyasilere de gün arınma vaktidir, kime ve hangi siyasi görüşe ait olduğunu tartışmak. Sizin Türkiye’de tertemiz bir siyasetin şu iki beyaz arasında, tertemiz bir hayat yolculuğunun öncülüğünü yapalım.
Kadir Gecesi yeni bir başlangıcın gecesi olsun. Allah’a emanet olun…